Kaç sayfa sığar ki ömre?

Herkes hayatı boyunca neler yapıp yapamayacağını merak eder. Kaç farklı şehir görürüm, kaç farklı ülke gezerim diye merak etmek ve hayal kurmak herkesin yaptığı bir şeydir herhalde. Ama bugün aklıma başka bir şey geldi. Tutunamayanlar'ı tekrar başlamak için elime aldığımda, "Vay be!" dedim. "Bayağı da kalın. Hayatımın sonuna kadar bu kitabı kaç kez okuyabilirim ki?" Gerçekten kaç kez okuyabilirim? Kaç farklı kitap okuyabilirim? Peki acaba hayatımda en çok okumuş olacağım kitap hangisi olacak?

Bu yılın başlarında kendime bir kitap ajandası yapmıştım. Asıl amacım, bir kitabı okurken düşündüğüm şeyleri unutmamaktı. Ben kitapların üzerine not alamam. Altlarını çizemem, sayfalarını katlayamam. Herhalde böyle yapmıyor olsam şimdiye kadar okuduğumun iki katı kadar kitap okumuş olurdum. Her neyse işte kitap ajandası bu yapamadıklarımı yaptıracaktı ama benim gibi tembel bir insan için pek uzun ömürlü olmadı. Şimdiyse bu aklıma gelenlerden sonra ajandamı tekrar buldum ve belirli zamanlar içerisinde merak ettiğim verileri takip edebilmek amacıyla bir kez daha başlıyorum. Belki siz de başlamak istersiniz diye yazmak istedim. 


Ben kendimi sınırlandırmamak için normal bir defteri kitap ajandası olarak kullanmayı seçmiştim. Çünkü bazen düşündüğüm şeye bağlı olarak resim bile yapabilirim diye düşündüm. Hazır kitap ajandaları da var, gerçi Türkiye'de hiç rastlamadım ama şöyle bir şey. Ama bundan bulamazsanız siz de benim gibi kendiniz yapabilirsiniz. Teknoloji çağında defter yerine blogdan bile yapabilirsiniz. Ama biraz özel olmasında fayda var ve defter iyidir sanki. Aklınıza yattıysa ama nasıl olacağını bilemediyseniz şuradan da fikir edinebilirsiniz.

Bakalım bu sefer istikrarlı olabilecek miyim? Daha kalın bir defter bulsaydım keşke Yıllar sonraki durumu gerçekten merak ediyorum. Zira en çok okumuş olduğum kitabın Sofie'nin Dünyası olarak kalmasını istemeyebilirim. Üç kez arka arkaya daha Masumiyet Müzesi'ni mi okusam... 

"Ben seyircinin; görgülü, edepli ve sessiz durabilenini severim!"


Yüksek sesli çatırtılarla mısır yiyenlerin bana yaşattğı konsantrasyon sorununun ciddiyetini fark ettiğimden beri patlamış mısır almayı bıraktım. Büyük ihtimlle sonsuza kadar. Sorun şu ki, patlamış mısırın çok talihsizce sinema salonlarının simgesi haline gelmiş olduğu gerçeğiyle savaşacak gücüm yok. Ancak bu rahatsızlığı belki birkaç kişiye bile olsa yayabilirim ve salonlarda çatırdayarak ve bazen şapırdayarak mısır yiyen düşüncesiz insanları uyaranların sayısı artar ha? 

Herhangi bir şey yerken ağzımızdan ses çıkmaması için yapmamız gereken şeyler bellidir. Açlığın ve düşüncesizliğin eklenmesiyle birlikte salondaki diğer insanlara bir ağız senfonisi yaşatmamak için şu adımları izlemeniz yeterli:

1. Mısır, her ne kadar aç ve heyecanlı olursak olalım en fazla üç parmağımızı kirletecek şekilde tutulur. Avuç içi kesinlikle mısırla doldurulmaz. 
2. Parmaklarımızın arasında bulunan (en fazla 3-4) patlamış tanesi ağza yaklaştırılır. 
3. Mısırlar ağza sokulur ve ağız hemen kapatılır. 
4. İlk ısırma kapalı ağızın içerisinde gerçekleşir ve mısırlar ses başkalarına ulaşmadan yavaşça öğütülür. 

İşte bu kadar! En basit görgü kurallarından birini başarıyla gerçekleştirdiniz. Şimdi herkes huzur içinde filmini izleyebilir. Kimse de, "En kibar şekilde sessiz yemesi için nasıl uyarabilirim?" diye düşünmekten filmin hiçbir sahnesini kaçırmaz.

Madem mısırdan konuşuyoruz, kapitalizmi savunduğumu düşünmemenizi rica ederek bir konuda da bilgi vermek istiyorum. Sinema salonlarının ana gelir kaynağı, filmlerin gişesinden aldıkları pay değilmiş. Yakın zamanda okuduğum bir yazıya göre filmin gişe hasılatının yarısından fazlası prodüksyon şirketine gitmekte ve bu oran açılış haftalarında %90'a kadar çıkabilmekteymiş. Sinema salonları, en çok parayı bilet dışında sattıkları ürünlerden ve reklamlardan kazanmaktaymış. Bu yüzden sinema salonlarının mısır satmamasını talep etmek benim vicdanımın izin vermediği bir şey oluyor. Yine de sinema salonlarının bu sorunu, üzerinde tartışılması gereken apayrı bir konu ve bu sorunun çözümü kesinlikle patlamış mısır olmamalı.

Patlamış mısır olmasa başka şeyler olmayacak mı diye düşünenler için başıma gelen bir olayı paylaşmak istiyorum. Dün akşam Oğuz Atay'ın eserinden uyarlanan Tehlikeli Oyunlar oyununa gittik. Sinemayı ve patlamış mısırı geçtim, benim bilidiğim tiyatroda hiçbir şey yenmez. Ama yanımda oturan bir kız, bir paket cipsi paketini sürekli hışırdatma zevkiyle birlikte çatır çutur afiyetle yedi. Oyundan kopmuş bir şekilde kendisini nasıl uyarmam gerektiğini düşünüyordum; baktım ki yemeği bıraktı ama aynı hışırtılarla paketi ikiye katladı, her yerini düzelttiğinden emin oldu ve bu sefer canı öylesine sıkılmış olacak ki paketi yırtmaya başladı! Neyse ki, hemen yanımda oturan bu kızı haşlamama iki saniye kala arkadan biri dayanamayak sessizce kızı azarladı ve işkence sona erdi. 

Sonuç olarak, lütfen bir topluluk içerisindeyken eylemlerinizin gürültülü olup olmadığına dikkat edin. Rahatsız olanların da uyarıda bulunmasının gelecekteki seansları olumlu yönde etkileyeceğini düşünüyorum. 

Sinemanın ana kahramanı izlediğimiz filmdir. İnsanın salonda bulunma eylemi değil. 

Dağıtımcılar Kabusumdur, Paris'te Gece Yarısı Gördüğüm

Aman Yaratıcı! Ben yine bir film sevdim. Sevdim, çünkü izledim. İzledim, ama yine kendi şehrimde değil!

Merhaba. Bugün size, pek tatlı Woody Allen'ın Cannes'da açılış yapan filmi Midnight in Paris'i öveceğim. Övmeden önceyse şu şehir sorununa tekrar bir değinelim istiyorum. Dağıtımcıların sorununun ne olduğu gerçekten anlamak istiyorum. Tabi ki para, ama şşşşt! Biraz iyi niyetli görünmek gerek. Hemen infaz etmeyelim. Önce biraz yargılayalım, sonra nefret edelim, ezelim! O son aşamaya gelmeden önceyse buradan onlara biraz seslenelim.

Pek öfke duyduğum dağıtım şirketleri,
Aşığı olmakta belki de haklı olduğunuz o mis gibi kâr getiren İstanbul, biraz Ankara, biraz İzmir ve bazen de Bursa dışında film görmeyi hak eden onlarca şehir ve yüz binlerce insan var (Gişe rakamları göz önünde bulundurulduğunda az sayıda film bir milyonu geçebildiği için yüz binler denmiştir.) Belki de siz diğer şehirlere en azından bir haftalığına tek bir makaranızı ayırabilseniz gişe rakamlarına da etkiniz olacaktır. Artmasa bile İstanbul'un bir salonundan elde ettiğiniz gelir ile belki beş farklı şehre birer makara yollayabilirsiniz. Bu da, hem sizin için geleceğe yatırım olur hem de en azından "Biz sanata katkıda bulunuyoruz," dersiniz.

Bu arada özellikle İstanbul'un bir salonu diyorum çünkü aynı şirketin Eskişehir şubesinde öğrenci bileti 9 lirayken İstanbul'da 15,50 lira. O insanlar da belki şehirlerinde film olmasına rağmen gidemiyorlar.


Filme dönersek... Geçen hafta şehrimde izleyemediğim Woody Allen'ın Midnight in Paris filmini 12 saatlik İstanbul gezimize mis gibi de dahil ettik. İyi ki de etmişiz ki, Paris'ten döndüğümden beri yaşadığım en güzel güne katkıda bulundu.

Woody'nin gerek Vicky Christina Barcelona, gerekse benim favorim olan Match Point ile birlikte New York tutkusunu geride bırakıp Avrupa'nın çekiciliğine kapılmış yeni dönemiyle tanışmıştık. Bu yeni filmi ise işin içine giren Paris'in büyüsüyle birlikte bambaşka bir gerçeküstü fantastikliğe ulaşıyor.

Evet belki filmi izlemeden önce çok fazla olumlu ön yargım olmuş olabilir. Derdim sizde de aynısını oluşturmak değil ama sadece bilmenizi isterim ki, izlediğim şey kesinlikle beklediğim şeyden iyiydi. Böyle bir hikayeyle şehir büyüsü kullanarak prim yapmaya zaten ihtiyaç kalmıyor. Mizah katılmış bir 21. yüzyıl maskülen Külkedisi masalından bahsediyorum size. Uygulamalı müze gezisi üzerine yapılmış  eğlenceli bir sanat filmi...

-- Bu paragrafta spoiler olabilir!--

Filmden sonra konuştuğumuz ilk şey, filmde bahsedilen o kadar adamın bıraktıkları arasında gezdiğimiz onca süre boyunca Paris'in böyle bir yönünü düşünememiş olmamızın garipliğiydi. Bahsettiğim şey filmin en güzel yönü. Filmde hakim olan sürrealizmle birlikte sanatlararasılık yaşadım ben. Şu yazımdaki dostlarımın hepsiyle buluştum. Filmin içine girdim de, geyiğe dahil oldum. Yenilerini bile öğrendim. Fazlasını zaten arayamam ki. Ne adamlar, ne gergedanlar... Castingine kurban Salvador!

-- Spoiler bitmiş olabilir. Yine de devam etmek için risk alınız.--

Diyeceğim o ki, belki şurada, belki de şurada anlattıklarımın da etkisi yüzünden nesnel olamıyorumdur ve 10 üzerinden 10 veriyorumdur. Ama yine de öznelliği çıkarayım desem ancak bir puan edecektir. 9 diyelim hepimizin olsun. Çok da bir şey anlatmadığımın fakındayım ama zaten sadece öveceğim söylemiştim. Size neyle karşılaşacağınızı anlatsam iyi mi etmiş olacağım sanki? O yüzden, iyi seyirler!


Ukulelemun'um

Ukulelemun, benim ukulelemin adı. Kendisi bir müzik aleti. Küçük bir gitar değil. Mandoline benzer bir şey de değil. O, ukulele. Kaynağı Hawaii olan bir enstrüman. 
Ukulelemun'um
Uzun zamandan beri ilgimi çekmekteydi. Zaten piyanoya geri dönme hayallerimi de bir türlü gerçekleştiremiyordum ki Emre doğum günüm için bu harika hediyeyi seçerek çıka geldi. Ne kadar da çok ihtiyacım varmış tıngırdatmaya... Çalmak kesinlikle kolay değil. Sonuçta gitarla aynı mantığa sahip. Belki hiç nota bilmesem bu kadar çabuk uyum sağlayamazdım (ben tekim!) ama yine de gitara göre daha pratik ve sonuçta mini mini, sevimli, gün içinde uydurduğum tonlarca şarkıyı hemen hayata geçirmeme sağlayacak, tamamen beni yansıtan bir dost işte. 


Biraz daha pratik yaptıktan sonra önce bilinen basit şarkılarla daha sonra da kendi saçma bestelerimle YouTube'u şenlendirmeyi planlıyorum. 


Ukulelemun'umu tamamlayan ise birkaç yıl önce yine Emrem'in bana Londra'dan getirdiği başka bir hediye:




İlk başarıyı "Twinkle Twinkle Litte Star" ile sağladım. Daha sonra ise, "Arkadaşım Eşek", "Family Guy Theme"'de başarılı oldum. "Für Elise" ve  "Godfather"'ın ilk kısımlarını çaldım, kalanı zorladı. Yalnız büyük bir azimle yeryüzündeki en sevdiğim şarkı olan "Over the Rainbow"u kendi ukulelemden dinlediğim zaman gelecekle ilgili umutla doldum. (notalar arasına biraz fazla es giriyorsa ne zararı var ki?)


Bu da böyle bir heyecanımdı işte. Ukulele'yi bilin, tanıyın ve elimde gördüğünüz zaman oyuncak sanıp da dalga geçmeyin diye anlattım. Seviçliyim.

Dedendeki Dişlerin de Hepsi Ayrı mıydı ki?

Dur dur... Öncelikle dişlerle ilgili herhangi bir merakımın olmadığını söylemeliyim. Önemli olan, öyle bir soruyu yazılı olarak doğru bir şekilde sorabilmektir.

Hala anlaşılmadıysa; bu bir "de" ve "ki"lerin doğru olarak yazılma rehberidir. Daha doğrusu, bencillikten dolayı etrafımdaki insanlara dayatmamdır. Öğrenin artık! Okuduğum cümlenin ne demeye çalıştığını, üzerinde kafa yormadan anlamak istemem garip karşılanmamalı aslında. Ne de olsa hepsi çok kolay!

İki türlü "de" vardır. Biri durum eki olan "-de", diğeri ise bağlaç olan "de".
Durum eki olan "-de" eklendiği sözcüğe yer anlamı kazandırır, duruma göre -da, -ta, -te gibi şekillere dönüşebilir ve en önemlisi hiçbir zaman ayrı yazılmaz!
Bağlaç olan "de" ise bağlaçtır, başlı başına bir sözcüktür, bu yüzden de her zaman ayrı yazılır ve hiç bir zaman sertleşmez. Ya "da"dır, ya "de"dir.

Karışık mı oldu? Örneklerle ne kadar kolay olduğunu göstereyim;
"Kız olup da erkek gibi davranması komik." cümlesi doğrudur ve "de"nin bağlaç olduğunu görürüz.
"Kız olupta erkek gibi davranması komik." cümlesi ise yanlıştır. "olup" diye bir yer varmış ve kız oraya gidip erkek taklidi yapıyormuş demeye çalışıyorsanız o başka...
"Bu şarkıyı Duygu da çok sever." Bu cümlede "da" birleşik olsaydı Duygu'nun evinde sevilir gibi bir anlam çıkardı.
"Kitabımı Duygu'da unuttum." Bu cümlede ise "-da" ayrı olsa cümsenin hiç anlamı olmazdı.
Emin olamadığınızda cümleyi bir kere okuyun. Vurgusundan ayrı yazılması gerekenleri çıkarırsınız.

Üç türlü "ki" vardır. Sıfat yapan "ki", ilgi eki olan "ki" ve bağlaç olan "ki".
Bağlaç olan ayrı yazılır diğerleri ise birleşik. Ayrı yazılan "ki"nin üzerinde genellikle söylerken bir vurgu olur. Bu da yazarken ayırt etmeyi kolaylaştırabilir. "Noları getir ki çalışabileyim." "Kar yağsın ki kardanadam yapalım"
Sıfat yapan "ki" birleşik yazılır; "duvardaki resim" "şimdiki çocuklar"
İlgi eki olan "ki" de birleşik yazılır; "seninki", "anneninki"
Dolayısıyla "bugün kü film" diye bir şey olmadığı gibi, -anlaşılmadıysa- hiçbir "kü" de ayrı yazılmaz.

Kolay işte tamam mı? "Türkçe bilmiyor musun işte, anlayıver" gibi bir mantık yoktur. Asıl bunları doğru yazamayanı ben Türkçe biliyor saymam. Eh zaten beni sallamıyor olsaydın şu anda buraya kadar okumuş olmazdın. O yüzden kapat çeneni de şu anlattıklarımı bi tekrar et dostum. Oh yea!

Not: Her türlü soru eki ayrı yazılır. (mı, mi, mısın, misin)
Not not: "şey" her zaman ayrı yazılır.
Not not not: Bütün bunlara en güzel örnek cümlesi ise başlığın kendisidir. Fikri veren ve güzelleştirmemi sağlayan McGleein'e selam ederim.

Çok güzel oldu, çokta güzel iyi oldu tamam? ("çok" diye bir yerde güzel bir şeyler mi olmuş? Hayır!)